İSLAM HAK DİN DEĞİLDİR!

KUR'AN-I MUHAMMED YAZMIŞTIR!

KUR'AN YALANDIR! 


Kur'an acaba Allah kelâmı mı?

İslâm acaba hak din mi?

Bunları nerden bileceğiz? 


Kur'an'ın Allah kelâmı ve İslâm'ın hak din oluşunun delilleri üzerine yazı: 


Kur’an’ı hz. peygamber kendi elleriyle yazmış olsa idi: 


- Niçin, “mekke’nin feth edileceğine ve mekke’ye korkusuzca ve güven içerisinde girileceğine" dair ayet indirip, feth edilememe ihtimaline karşı davasını riske atsın! (fetih suresi, 27; bkz. ibni kesir, 4/201) evet, Kur’an’ı -haşa- hz. peygamber (sav) kendi elleriyle yazmış olsa idi, böyle cesaretli ve riskli bir ifadeyi Kur’an’a koymaya çekinirdi. Çünkü; henüz savaşlar devam ederken, islam yeni yeni yayılırken düşman elinde bulunan mekke’nin feth edileceği, üstelik feth etmekle de kalmayıp oraya “güven ve korkusuzca” girileceğine dair ayrıntı bilgiyi dahi eklemek son derece riskli olurdu. “Ya feth edemezsek, ya da feth ettik ama oraya güvenle değil çetin savaşla girersek” diye ihtimalleri göz önünde bulundurur ve böyle bir ifade yazmazdı. Ancak, ayetin başında edinilen yemin, bu olayın kesin gerçekleşeceğini açıkça ifade etmekle ayetin insan elinden çıkmadığını açıkça göstermektedir. 


- Niçin, perslerin rumları hezimete uğrattığı ve ülkelerini haritadan yok ettiği, rumların ellerinde doğru düzgün savaşacak bir ordu ve teçhizat dahi kalmadığı, istanbul’a kadar gelen perslerin galibiyet kutlamaları yaptığı savaş hakkında, "rumlar birkaç yıl içinde (bid’i sinin, 3 ila 9 yılı ifade eden kelimedir (ez-zerkâni, 2/396-98) muhakkak galip gelecekler.” Diye ayet indirip rumların savaşı kazanamama ihtimaline karşı davasını riske atsın! (rum suresi, 1-5) persler gücüne güç katmışken Kur’an’ı -haşa- hz. peygamber (sav) kendi elleriyle yazsa idi böyle kesin, riskli ve cesurca bir ifadeyi Kur’an’a eklemeye çekinir, rumlar galip gelmezse insanların kendisinden uzaklaşacağından korkardı. Ayet, 616 yılında mekke’de inmiş, romalılar 622’de karşı atağa geçmiş, 623’te galibiyete başlamışlar ve 625 tarihinde kesin zafer kazanılmıştır. Daha sonra savaş iki yıl daha devam ederek rumlar perslerin işgal ettikleri toprakları geri almış ve onları dicle ve fırat gerilerine atmışlardır. 


- Niçin, hz. muhammed (sav) bir şair olmamasına, kırk yaşına kadar okuma yazma bilmemesine ve şairliğin, edebiyatın zirvede olduğu bir toplulukta yaşamasına rağmen, devrin şairlerine, asırlara ve kıyamete kadar gelecek tüm insanlığa meydan okuyup "Kur'an’ın benzeri bir sure asla getiremeyeceksiniz" diye ayet indirsin ve birilerinin benzerini getirebilme ihtimaline karşı davasını riske atsın! (bakara suresi, 23-24) evet, Kur’an’ın benzersiz arapça belagatı, cezaleti, i’cazı ciltler dolusu kitapla islam alimleri tarafından ortaya konulmuştur. Asırlardır Kur’an’ın bir benzeri kelam getirilememiştir. Getirilebilseydi zaten müşrikler kılıca sarılmak zorunda kalmayacaktı. Kur’an’ın bir benzerini getirir ve islam’ı yok ederlerdi. Dolayısıyla, insanların başarmaya aciz kaldığı bu meydan okuma, ancak alemlerin rabbinden gelebilir. Okuma-yazma bilmeyen bir ümminin (sav) tüm dünya'ya meydan okuyarak yazmaya cesaret edebileceği bir ifade değildir. 


- Niçin, teheccüd namazı gibi meşakkatli, gece yarısı uyanıp kılınacak bir namazı, ömrü boyunca kendisine farz kılacak bir ayet indirsin, yani ömrü boyunca -derdi dünya olan birisinin bakış açıyla zikredersek- rahatını bozacak bir ayet yazdırsın! halbuki, hz. peygamber (sav) âlemlere rahmet olarak gönderilmişken, günahları bağışlanmışken kendisini ibadetten muaf tutması gerekirdi. Ancak, muaf tutmak bir tarafa kendisine fazladan teheccüd namazı farz kılınmıştır. 


“Gecenin bir kısmında uyanarak, sana mahsus bir nafile olmak üzere teheccüd namazı kıl.” (isra suresi, 79) 


Üstelik, bu gece namazının süresiyle ilgili şu ayet inmişti: 


“(Ey muhammed) kalk! birazı hariç olmak üzere gecenin yarısını ibadetle geçir. yahut, bundan biraz eksilt veya arttır.” (müzemmil suresi, 2-3) 


Yani, hz. peygamber (sav) mesela dokuz saatlik bir gecenin yarısı olan dört buçuk saatini ibadetle geçirecek, bazen bunu üçte birine kadar düşürüp üç saat, bazen de üçte ikisine kadar çıkarıp altı saat ibadet edecektir. İnsanın bir hafta dahi takat getiremeyeceği müzemmil suresi’nde taktir edilen bu ibadet 1 yıl devam etti. Hz. peygamberin (sav) yanında bazı sahabeler de bunu uyguladı. Hatta sahabenin ayakları ibadetten su toplamıştı. Bu emirde ağır bir vahyin ilerisi için hazırlık murad edilmişti. Gereken hazırlık yerine gelincede surenin son ayeti nüzul olmuş, insanın sabretmekte ve geceyi taktir etmekte zorlanabileceği bu ibadet yükümlülüğü hafifletilmiş ancak hz. peygambere (sav) teheccüdün farz olması hükmü, sadece ona özel, ömrünün sonuna kadar devam etmiştir. (bkz: isra, 79) 


Resulullahın (sav) evinde geceleyen ibni abbas (ra), o'nun (sav) gecenin üçte birinde ibadet ettiğini gördüğünü (buhari, tefsir, sure 3, 17/18) bildirir. Yine, gece ibadet edip uzun uzun ağlaması üzerine hz. aişe'nin (ra) "Allah senin günahlarını affetmişken niçin bu kadar kendini üzüyorsun" sorusuna efendimizin (sav) "Allah'a şükreden bir kul olmayayım mı!" cevabı manidardır. (buhari, teheccüd, 6; müslim, münafikun, 79-81) 


Kur’an’ı -haşa- peygamber kendi elleriyle yazmış olsa idi, bir insanın şu dünyada en çok lezzet duyacağı uyku nimetinden mahrum kalacağı ayetler niçin Kur’an’a yazdırsın! nafile olarak kıldığı diğer pek çok namaz, nafile oruçlar, yemeklerden doymadan kalkması, zühd hayatını tercih etmesi vb. de bunun çabasıdır. 


- Niçin, hz. muhammed (sav), yakında yapılacak bedir savaşı hakkında “muhakkak, o topluluk bozguna uğrayacak ve arkalarını dönüp kaçacaklar” diye ayet yazdırsın (kamer suresi, 45-46; bkz. taberi, 27/108) ve bedir savaşında düşman üç katı kuvvetle gelmişken “ya yenilirsek davam yok olur” ihtimalini hesaba katmasın ve cesurca böyle bir ayet yazdırabilsin! ayette hiçbir ihtimal, “yenmek için elinizden geleni yapın, böylece üstün gelirsiniz” gibi ifade bulunmadan kesin bir dil kullanılmıştır. Üstelik, savaşın kazanılmasını ön gördü diyelim, arkalarını dönüp kaçacaklarına dair ayrıntı bir bilgi de nereden çıkmaktadır! “tüm bunlar olmasa şu etrafımdaki bir avuç müslüman kur’an’dan şüphe edecek” diye cesurca bir ifadeyi çekinmeden Kur’an’a niye koysun ve davasını riske atsın! savaşta da, tıpkı ayette bildirildiği gibi müşrikler bozguna uğramış ve arkalarını dönüp kaçmışlardır. 


- Niçin, henüz ebu leheb ölmemişken ebu leheb'in iman etmeden öleceğine ve cehennemlik olacağına yönelik ayet yazdırsın! ebu leheb, “iman ettim” dese, ayet hz. peygamber (sav)’in aleyhine dönecekti. hz. peygamber (sav) -haşa- Kur’an’ı kendi elleriyle yazsa “ebu leheb, ya beş yıl, on yıl sonra iman ederse” diye hesap yapmadan riskli ve cesurca bir ifadeyi Kur’an’a koysun. (tebbet suresi, 1-5; bkz. razi, tebbet suresi tefsiri) üstelik, ebu leheb hz. peygamberin (sav) amcasıdır. Kabilecilik fikrinin yüceltildiği bir törede amcası hakkında inen ayet, Kur’an’a hz. peygamberin (sav) müdahalesinin olmadığının açık bir delilidir. 


- Niçin, kendisine eziyet ve suikastların bolca kurulduğu dönemlerde, "seni düşmanlarından koruyacağız" diye ayet yazdırıp sonra da "Rabbim beni koruyacak beni artık korumanıza gerek yok" diyerek, suikastların başarıya ulaşma ihtimaline karşı davasını riske atsın! (maide suresi, 67; bkz. tirmizi, tefsir, 5/6) “ya savaşlarda vefat edersem, ya suikastlar başarıya ulaşırsa, insanlar Kur’an’daki vaadin gerçekleşmediğini görüp Kur’an’a iman etmez” riskini düşüneceği ortadayken, böyle bir ayet insan elinden nasıl çıkabilir! 


- Niçin, "Allah'ın nurunu, yani islam'ı tamamlayacağına" (saff suresi, 8 ) dair ayet yazdırıp, Kur’an ayetlerinin inişi daha bitmeden, önündeki bir çok savaşı da göze alarak ya da vefat edebilme ihtimaline karşı davasını riske atsın! üstelik, savaşlarda en ön sırada savaşarak ve düşmana savaşta en çok yaklaşan kişi olarak kendisini ve davasını riske atsın! Kur’an ayetleri bitmeden vefat etseydi ya da islami hareket mağlub olsaydı davasının batıl olacağını insanların anlayabilme ihtimaline karşı niçin böyle bir ayet yazdırsın!

Gerçekten de, Kur’an’ın son ayetleri nüzul olup Allah nurunu tamamladıktan sonra hz. peygamber (sav) vefat etmiştir. 


Bu niçinler bitecek gibi değildir. Geleceğe dair bu kadar riskli ayetin, üstelik ayrıntılarda dahi risklerin bulunduğu ifadelerin sonucunda davanın hiç bir şaşma, en ufak bir yanılma olmadan devam etmesi ve ayetlerin bir bir çıkması tesadüf olamaz! Kur’an'ı Allah’ın (c.c.) indirdiği, bu kadar mucizevi haberi ve hz. peygamberin (sav) -ehli dünyanın gözüyle- rahatını bozacak ayeti hiç çekinmeden kur’an'a ancak allah’ın (c.c.) koyabileceği apaçık ortadadır. 


Elbette, islam akıl sahiplerinin idrak edebileceği bir dindir. Kalbindeki fitne ve fesattan ötürü Allah (c.c.)’ın da kendisini saptırdığı ve kalbini mühürlediği kişilerin bu incelikleri anlaması, onun için gerçekleşmesi zor belki de imkânsız bir beklentidir. Yoksa, Allah’a ve islam’a inanmayan ama samimiyetle düşünen biri, insaf ile kâinattaki yaratılış harikalarına baksa, Allah (c.c.)’ı bulacak, insaf ile islam’ı, Kur’an’ı ve hz. muhammed (sav)’i düşünse hakikati kabul edecektir. Bizler, yine de onlar yerine düşünelim: 


Bir ateist, deist vb. gözüyle düşünelim… 


Arabistan çöllerinde okuma yazma bilmeyen bir zât (sav) çıkıyor. Küçükken yetim ve öksüz kalmış, hiç bir kütüphanesi, laboratuvarı olmayan bir çöl diyarında büyümüş, herkes nasıl bir ömür yaşadığına şahit olmuş. Kırk yaşında kendisine peygamberlik geldiğini iddia etmiş. O güne kadar tek vasfı “güvenilir ve doğru sözlü” olması. Başka herhangi bir vasıf kendisine itham edilmemiş. âlim, sihirbaz, şair, komutan, deha vb. vasıflar daha önce kendisine verilmemiş. 


- Ancak, nasıl oluyorsa bu insanda, kırk yaşına kadar hiç bulunmayan vasıflar sanki içine aniden yükleniyor gibi, bir anda ömrünü şairliğe vermiş insanları hayrete düşürecek ve şairlikte zirve yapmış toplumu aciz bırakacak belagatlı ifadeler söyleyebiliyor, “benzerini asla getiremezsiniz” diye dünya’ya meydan okuma cesareti gösteriyor, herkesi Kur’an belagatına karşı aciz hale getirdiği için belagatla üstün gelemeyeceğini anlayan mekkelileri kılıçla mücadeleye mecbur bırakabiliyor! 


- Yirmi üç yıl boyunca Kur’an üslubu ile hadis üslubunu bir kez dahi birbirine karıştırmıyor. Kendi üslubunun kur’an üslubundan bambaşka olduğu açıkça görülebiliyor. Demek ki, ayetlere bir müdahalesi yok. 


- Ömründe sihrin s’sine bulaşmamış olmasına rağmen gösterdiği mucizelerle akılları dehşete düşürüyor, akıl sahiplerini kendisine iman ettiriyor! mesela, sahabiler susuzluktan mahvolacağı bir sırada bin beş yüz sahabenin gözü önünde hz. peygamberin (sav) parmaklarından kaynak gibi su akıyor ve bin beş yüz sahabe bu sudan kana kana su içip abdest alıyor. (Kaynaklar: buhari, ilim: 39; müslim, zühd, 72; ebu davud, ilim, 4, tirmizi, fiten, 70, ibni mace, mukaddime, 4) bu ve benzeri bine yakın mucize Allah’ın izni ile üzerinde zuhur ediyor. Bir insan diyemez ki, “uydurmadır.” beş, on, yüz… bin beş yüz sahabede mi aynı yalana ortak olmaktadır! üstelik, madem sahabiler bunları kendileri uydurmuş, niçin kendi uydurdukları bir yalan uğruna efendimizin (sav) vefatından sonra vatanlarını, ailelerini bırakıp binbir eziyete katlanarak, at sırtında ve yürüyerek onbinlerce kilometre yol katetmiş, anadolu’ya, afrika’nın batısından endonezya’ya kadar gitmiş ve islam’ı anlatmak için bir ömür rahatlarını bozmuşlardır. Evet, gördükleri Kur’an’ın ve hz. peygamberin (sav) delilleri, islam’ın yüceliği karşısında içlerine ateş düşmüş ve engin bir imanla ancak bunu yapabilmişlerdir. Bu kutlu neslin kendi uydurdukları bir yalan uğruna bu zorluklara seve seve katlandıklarını iddia etmek, ancak akıldan istifa etmekle mümkündür. 


Kimileri de der; “mucizeleri aklım almaz! peygamberin nasıl elinden su gelir, nasıl bir işaretiyle ayı ikiye ayırır, nasıl küçük bir tas yemekten yüzlerce sahabi doyar, nasıl bir ağaca gel dediğinde kökünden çıkıp gelir, git dediğinde yerine gider.”Bediüzzaman’ın güzel bir örneğinden esinlenerek cevap vermek gerekirse; birisinin bir gücü olduğunu varsayalım ki, bir işaretiyle bir dağı yerinden kaldırıp başka bir yere koyabilsin. Sonra deseler ki, bu zat bir işaretiyle bir kalemi yerinden kaldırıp başka yere koyabildi. Elbette inanırız. “Zira, dağı yerinden kaldırmaya güç yetiren, bir kalemi mi kaldıramayacak!” evet, kâinatı yaratan, milyonlarca ışık yılı ötelerde milyarlarca galaksi içinde milyarlarca yıldızı yaratmaya ve çekip çevirmeye güç yetiren, dünya’yı dağları, engin denizleri yaratmaya güç yetiren Allah (cc), bir peygamberinin elinden su getirmeye mi güç yetiremeyecek, kulunun bedenini miraç gecesi göğe yükseltmeye mi güç yetiremeyecek! bunun, hiçbir mantıklı izahı yoktur. Kudreti sonsuz olan bir yaratıcı her şeye kadirdir. ol der ve oluverir. Mucizeler, peygamberlerin yeteneği değil Allah’ın izin vermesiyle oluşan harikulade olaylardır. hz. musa (asm)’ın da gösterdiği mucizeler karşısında sihirbazlar, “bu bir sihir olamaz, sihrin gücü buna erişemez, musa’nın Rabbine iman ettik” diyerek iman etmişlerdir. 


- Düşünmeye devam edelim! yine bu zat (sav), ömrü boyunca devlet yönetmemişken bir anda ömrünü devlet yönetimine, siyasete vermiş insanların becerilerinin çok üstüne çıkarak devlet kurup yönetecek hale geliyor! 


- Bir anda ömrünü orduya, savaş tekniklerine veren komutanları, savaşlarda alt edecek seviyeye ulaşıyor ve ordu yönetiyor, kendi ordusundan kat be kat daha büyük orduyu ve orduları deviriyor. on yıl gibi kısa bir sürede “sıfırdan” bir devlet kurup 3.000.000 km karelik bir alanı (türkiye’nin yaklaşık dört katı) feth ederek tarihe geçiyor! ki, tarihte kısa zamanda bu başarılara ulaşan imparatorlar, hazır bir ordu ve devlete konarak bu becerebilmiştir. ancak, hz. peygamber (sav), elinde bir ordu, devlet olmadan en baştan başlayarak 10 yıl gibi kısa bir sürede bunu başarabiliyor. Bu ancak Allah’ın yardımıyla mümkündür. 


- Karşısına bir dünya dolusu insan ve güç almışken, davasından zerre tereddüt etmiyor, azınlık olmasından korkmuyor, işkenceler, eziyetler, servet ve kadın teklifleri onu davasından vazgeçirmiyor! “şu dünya hayatını bir defa yaşayacağım, bu güzel teklifleri kabul edip zevkü sefa süreyim.” Diyerek davasından dönmeyip çileli bir hayatı tercih ediyor! hâlbuki, haşa kur’an’ı kendi elleriyle yazsa, derdi dünyalık demektir ve derdi dünyalık olan bir insan, böyle çile, eziyet, ambargo, fakirlik, savaş, dostlarını, akrabalarını kaybetme, kendisine inananlara gelen belalar karşısında tahammül etmekte zorlanır. Kaybettiği dünyalıklara, kendisi uğruna çile çeken dostlarına üzülür, davasından tereddüt eder. Ancak, tüm bunlar o’nun davasından zerrece tereddüt etmesine sebep olmamıştır. 


- Kendisine inen din ile kendisini hiçbir ibadetten, savaştan muaf tutmuyor, aksine teheccüd gibi meşakkatli namazı kendisine farz kılıyor, herkesten çok nafile ibadet yapıyor, az yiyor, az uyuyarak ibadetten ayakları şişiyor, savaşlarda en ön safta çarpışıyor, vahşi bedevilere, ahlak sınırları dışında davranışlara son derece sabır ve tahammül gösteriyor, benzersiz bir ahlak anlayışı gösteriyor. 


- Bir anda, kırk yaşına kadar ilim tahsil etmiş ve okuma yazma biliyormuş gibi ilim ve irfan sahibi her insanı kendi safına çekebiliyor. Sadece devrin tarih bilgisinde ileri gitmiş bir kaç âlimin bilebildiği şeyleri onlardan öğrenmemesine rağmen bir âlim gibi bilebiliyor, tarihi yaşamış gibi anlatıyor. o âlimleri kendisine iman ettiriyor. Elbette, kendilerinden ya da bir başkasından bunları öğrense kendilerinden biat alabilir miydi! 


- Davetinden maddi bir karşılık, çıkar beklemiyor. Fakirliği tercih ediyor, ailesine sade yaşamayı öğütlüyor, ömrünün sonlarına doğru islam devleti zenginleşse de sade hayatına devam ediyor, yamalı cübbe giyiyor, hasır üzerinde uyuyor!

Üstelik, sahip olduğu malları dağıtmakta, infak etmekte en ileri seviyede bulunuyor, kendisinin ve ailesinin yiyecek-giyecek ihtiyaçları olduğu zamanda dahi başkalarını kendisine tercih edecek kadar dünya malına tamah göstermiyor! 


- Bir anda, yahudi, hristiyan, ateşe tapan, puta tapan ve inançlarıyla büyük otorite kurmuş güç sahibi insanların otoritelerini ellerinden alabilecek güce erişiyor! onlara başkaldırıp, dünyanın dört bir yanına yayılmış güçlü inançları ve o inançlardan olan insanların inanışlarını yıkabiliyor! 


- Bunların yanında, taşa, toprağa hatta yedikleri helvaya dahi ilahlık atfeden bir kavme karşı bu kadar üstün icraatleri “elçi” sıfatıyla yapıyor. Hâlbuki, vahiy almasaydı bu büyük devrim karşısında kendisinin ilah olduğunu iddia etmesi, elçi olduğunu iddia etmesinden daha tutarlı bir yaklaşım olurdu ve bu hususta mekkelilerden yine biat alabilirdi. Ancak, tüm bu değişimlere rağmen, kendisine ilahlık vasfı yakıştırılmasını yasaklıyor ve büyük başarıları kendisine değil Allah’a atfediyor. Hâlbuki, derdi dünyalık kazanç, makam, mevki olan birisi, başarılarını üstlenmeye, sahiplenmeye ve başarılarıyla gurur duymaya çalışan, “şunu yaptım, bunu başardım” diye reklam yapan, bu vesileyle de insanlar arasında itibarını daha da arttırma gayretinde olan birisidir. ancak, kendisinde bu haller zerrece zuhur etmiyor. bu mucizevi Kur’an Allah’tandır, bu mucizeler de o’ndan’dır, elde ettiğimiz bu başarıyı da allah bizlere lütfetmiştir, diyerek başarılarını üstlenmiyor. 


- Bir anda, cahiliye adetleriyle insanlıktan çıkmış, toprağın içinde canlı canlı çırpınan kız çocuğuna acımadan toprak atan, çocuğuna bakamayacağını anlayınca çöl ortasına atıp ölüme terk edebilen, helvadan put yapıp ona tapan sonra da onu yiyen, oynadıkları kumarı kaybetmesine karşılık malını, ailesini, kendisini satan, iyilik, doğruluk, insanlık nedir bilmeyen ve adetlerine, törelerine tiryaki olmuş vahşi insanları, melek seviyesine getiren ve sonunda getirdiği, annesinden süt emen yavru köpekleri dahi rahatsız etmemek için koca orduya gidiş yolunu değiştiren öğretiler sunuyor ve bunu herkese benimsetiyor ve ahlaklarını düzeltiyor. büyük âdetleri kısa sürede söküp atıyor. büyük düşmanlıkları, kan davalarını büyük dostluklara çeviriyor. Bediüzzaman’ın dediği gibi, devletler binlerce çalışanıyla her alanda mücadele vererek -bırakalım büyük adetleri- küçük bir sigara âdetini dahi tiryakilere bıraktırmakta zorlanır, belki beceremez. Ancak, hz. peygamberin (sav) tek başına yaptığı bu büyük icraat öyle ciddi bir başarıdır ki, bu törelerine sağlam bağlanmış vahşi kabilelerde okuma-yazma bilmeyen hz. peygamberin (sav) 23 yılda yaptığı devrimi başarabilmek için yüzer filozof ve devlet adamı yüzer yıl çalışsa, yine de bunu başaramazlar. 


Üstelik, sadece devrinin değil, kendinden sonra 14 asır boyunca gelmiş insanların hayatlarına getirdiği hukuk ve ahlak kurallarıyla huzur, güven, hoşgörü, adalet ortamı oluşturuyor. Asırlar boyunca büyük devletleri adalet içerisinde yaşatabilecek ve bu esaslardan uzakşatıklarında nizamlarını, adaleti, devletlerini kaybettikleri bir düzen getiriyor, suç oranlarını en düşük seviyeye çekebilecek ve varlığını sürdürmelerini sağlayacak hükümler ortaya koyuyor. Hâlbuki, beşer kanunları denendikçe aksaklığı tespit edilir, belirli periyodlarla “bu kanun olmadı, adaletsizlik oldu, şunla değiştirelim” denilir. Kur’an ve islam nizamı bir kere inmiştir ve değiştirilmesine gerek kalmadan asırlarca adalet dağıtmıştır. Çok kısa bir sürede böyle büyük, çelişkisiz ve sonradan düzenlemeye, değiştirmeye ihtiyaç bırakmayacak bir nizamı, değişimi tarih boyunca herhangi bir devlet adamı başarabilmiş değildir ve bu adaleti tahsis edebilmiş bir devlet sistemi görülmemiştir. 


Dikkat edelim! bu zat (sav), kırk yaşına kadar insanların dilinde sadece “doğru sözlü, güvenilir” olarak tanınan, okuma-yazma bilmeyen bir insandı. Kırk yaşında bir anda bu insana ne oldu ki, bu ve daha sayamadığımız binlercesini yapabilecek duruma geldi! bu başarı bir insana mı aittir, yoksa bunları o’na (sav) sonsuz güç ve kudret sahibi bir yaratan (c.c.) mı yaptırmıştır! hakkaniyetli düşünmek çokta zor değildir. Bir Kur’an ayetinde şöyle buyurulur: 


“De ki: eğer, Allah dileseydi, ben size onu okumazdım, Allah da size onu bildirmezdi. ben sizin aranızda bundan (Kur'an'ın inişinden) önce (kırk yıllık) bir ömür yaşadım. hiç düşünmüyor musunuz!” (yunus suresi, 16) 


Kur’an’da matematiksel tevafuklar 


Kâinatın yaratıcısı olan Allah’ın kâinata koyduğu düzen ve kanunlar ileri düzeyde metamatiksel hesaplarla ortaya konulmuştur ve kâinatta var olan simetri, kâinatın bir yaratıcı tarafından var edildiğini açıkça ilan etmektedir. Yeryüzünde ve evrende bir düzenin varlığı, asırlarca islam âlimleri tarafından dile getirildiği gibi, matematiksel denklemlere dökülebilen bu düzen ve simetri, bilim adamları tarafından da kabul edilmiştir. Kuantum fiziğinin öncülerinden olan ve kuantum kuramı formülü ile heisenberg ve schrödinger’i tamamlayan paul a. m. dirac bu hususta şöyle demiştir: “yaratıcı, evreni yaratırken ileri düzeyde matematik kullanmıştır.” (paul a. m. dirac, the evolution of the physicist’s picture of nature, scientific american 208, sayı 5, mayıs, 1963: 53) yine, simetri alanının en uzman kişilerinden biri olan anthony zee, kâinatta var olan muazzam bir simetriden ve bu simetrinin kaynağının yaratıcıdan başka bir seçenekte aranamayacağından bahseder. Doğanın kanunlarının esasında doğanın temelindeki simetrileri yansıttığını ifade eden zee, “simetri, maddi dünyayı anlamamızda gittikçe artan merkezi bir rol oynamaktadır. temel fizikçiler, en büyük tasarımın simetrilerle dolu olduğu inancını benimsemektedirler. Bize rehberlik eden simetri olmasaydı, modern fiziğin başlaması mümkün olmazdı. fizik, günlük deneyimden uzaklaşıp yaratıcıya yaklaştıkça, akıllarımız sıradan kalıpların dışında düşünmektedir.” der. (anthony zee, fearful symmetry, new york: macmillan, 1986, 280-281) 


“Kâinatı yaratan Allah, kâinatta bu şekilde matematiksel denklemlerle açıklanabilecek manalı kanunlar ve simetriler oluşturduysa, bu kâinatın yaratıcısı olan Allah tarafından gönderilen Kur’an’ı kerim’de de acaba manalı matematiksel tevafuklar var mı?”, konusu son derece ilgi çekicidir. 


Kur’an’a hz. peygamber (sav)’in müdahalesinin olmadığının ve allah tarafından gönderildiğinin önemli delillerinden birisi de, 1400 yıldır hiçbir islam âliminin haberdar olmadığı, yaklaşık 50 yıl önce bilgisayarların yaygın kullanılmaya başlanmasıyla keşfedilen, Kur’an’da birbirleriyle mana ilişkisi olan kelimelerin tekrarlarındaki matematiksel tevafuklar ve simetrilerdir. Bilindiği üzere, Kur’an ayetleri bazen ani konuşmalar esnasında, bazen savaş esnasında, bazen bir soru, cevap bulması gerektiği zamanda çeşitli şekillerde, farklı zamanlarda ve farklı yerlerde nüzul olmuştur. Bu farklılıklar içerisinde hz. peygamberin (sav) bu oransal bağı düşünmesi ve tutturabilmesi mümkün değildir. Buna rağmen, Kur’an’ın içinde birbiriyle anlamlı kelimeler mucizevi bir şekilde aynı sayıda ve manalı oranlarda tekrar etmektedir. Sahabe döneminden beri Kur’an’da sure sayısı, ayet sayısı, kelime sayısı gibi araştırmalar yapılagelmişti. Ancak, Kur’an’ın farklı ayetlerinde ve apayrı cümleler içinde var olan ve tekrar eden mana ilişkisi içindeki kelimelerin matematiksel oranda tevafuk etmesi ilk defa 1970’li yıllarda abdürrezzek nevfel tarafından keşfedildi. Ne hz. peygamber (sav), ne de bilgisayarların icadına kadar herhangi bir islam âlimi Kur’an’ın bu mucizesinden bahsetmemiştir. Demek ki, bu kelime tekrarları hz. peygamber (sav)’in kontrolü dışında kur’an’a konulmuştur. aksi olsa idi, hz. peygamber (sav) bu önemli delili müşrikleri ikna etmek için kullanır, sonradan gelen islam âlimleri de bu delili dillendirirdi. Kur’an’ın arapçasından yani orijinalinden bu kelime tekrarları görülebilir. (Bir kısım islam karşıtları, mealler üzerinden kelime taraması yaparak bu delilleri görmezden gelmeye çalışır. Hâlbuki, meallerde meal yazanın kelime inisiyatifi vardır ve parantez içinde ya da mealde verilen şahsi açıklamalar da sayıma etki edebilmektedir. Bu sayım, Kur’an’ın arapça orjinaline hastır ve arapçasından yapılabilir. Ayrıca, bu sayımı yapacak kişinin arapça gramer bilgisine sahip olması gerekir. Bu mükemmel delili yok etmek için islam karşıtları tarafından sunulan uydurma ve ilimsiz yöntemler kaale alınmaz. Bu hususta abdürrezzak nevfel’in bizzat arapça gramer kurallarına göre yaptığı sayım için “Kur’an’da ölçü ve ahenk” kitabı incelenebilir.) bu tekrarlara örnekler verecek olursak: 


- Kur’an’da ‘gün’ kelimesi tekil haliyle (el-yevm ve yevmen) bir yılın günleri sayısınca yani, 365 kere zikredilmiştir. ‘Günler’ kelimesi (eyyam, eyyamen ve yevmeyn) 30 kere, ‘ay (eş-şehr)’ kelimesi de bir yılın ayları adedince, yani 12 kere zikredilmiştir.

- ‘bitki’ kelimesi 26 kere, ‘ağaç’ kelimesi de ‘26’ kere zikredilmiştir.

- ‘ceza’ kelimesi 117 kere, ‘affetmek’ kelimesi 117’nin iki katı olan 234 kere zikredilmiştir. Allah (c.c.)’ın rahmetinin gazabını geçmiş olduğu hadisi kutsisi bazında düşünürsek, (buhari, tevhid, 15, 22, 28, 55; bedi’ül’-halk 1; müslim, tevbe 14, 2751; tirmizi, daavat, 109, 3537) bu oran son derece manalıdır.

- ‘de’ kelimesi 332 kere zikredilmiş, ‘dediler’ kelimesi de 332 kere zikredilmiştir.

- ‘dünya’ kelimesi 115 kere, ‘ahiret’ kelimesi de 115 kere zikredilmiştir.

- ‘şeytan’ 88 kere, ‘melek’ 88 kere zikredilmiştir.

- ‘insanlar’ kelimesi 368 kere, ‘elçiler’ kelimesi 368 kere zikredilmiştir.

- peygamber isimleri 518 kere, ‘resul’ kelimesi de 518 kere zikredilmiştir.

- insanın yaratılış maddeleri olarak zikredilen ‘nutfe’ kelimesi 12 kere, ‘toprak’ kelimesi 12 kere zikredilmiştir.

- ‘islam’, ‘kur’an’ ve ‘vahiy’ kelimeleri, türevleriyle birlikte 70’er kere zikredilmiştir.

- ‘iman’ kelimesi 811 kere, ‘ilim’ ve eş anlamlısı ‘marifet’ kelimesi toplamda 811 kere zikredilmiştir.

- ‘cehennem’ kelimesi 26 kere, ‘azap’ kelimesi 26 kere zikredilmiştir.

- ‘zekât’ kelimesi 32 kere, ‘bereket’ kelimesi 32 kere zikredilmiştir. zekât, malda bereketin vesilesidir.

- ‘kâfirler’ kelimesi 154 kere, ‘ateş’ kelimesi 154 kere zikredilmiştir.

- 'doğru yola ileten’ (huda) kelimesi 79 kere, 'rahmet' kelimesi 79 kere zikredilmiştir.

- ‘hıyanet’ kelimesi 16 kere, habis (murdar, kötü) kelimesi 16 kere zikredilmiştir.

- ‘akletmek’ kelimesi 49 kere, ‘nur’ kelimesi türevleriyle 49 kere zikredilmiştir.

- ‘fayda, yarar’ kelimesi 50 kere, ‘fesad, zarar’ kelimesi 50 kere zikredilmiştir.

- ‘sevgi’ kelimesi 83 kere, ‘itaat’ kelimesi 83 kere zikredilmiştir. itaat, sevme davasının alametidir.

- ‘musibet’ kelimesi 75 kere, ‘şükür’ kelimesi 75 kere zikredilmiştir.

- ‘karşılık, mükâfat’ kelimesi 117 kere, ‘mağfiret’ kelimesi iki katı kadar 234 kere zikredilmiştir.

- ‘iyilik’ kelimesi 20 kere, ‘sevap’ kelimesi 20 kere zikredilmiştir.

- ‘lanet’ kelimesi 41 kere, ‘beğenilmeyen’ kelimesi 41 kere zikredilmiştir.

- ‘yedi kat gök’ ifadesi 7 kere, ‘göklerin yaratılışı’ ifadesi 7 kere zikredilmiştir.

- ‘ümit’ 8, ‘korku’ 8 kere; ‘sıcak’ 5, ‘soğuk’ 5 kere; ‘hesap’ 29, ‘adalet + hakka riayet etme’ 29 kere; ‘büyü’ 60, ‘fitne’ 60 kere; ‘şiddet’ 102, ‘sabır’ 102 kere; ‘hayat’ 145, ‘ölüm’ 145 kere… (bkz. abdürrezzak nevfel, Kur’an’da ölçü ve ahenk, inkılab yayınları 


Bu örnekler daha da arttırılabilir. Elbette, aralarında mana ilişkisi bulunan bunca kelimenin belli oranda, farklı zamanlarda ve en önemlisi farklı farklı ayetlerde zikredilmesi, asla tesadüfe havale edilemez. Hz. peygamber (sav)’in, insanları imana davet ederken Kur’an’ın delili olarak böyle bir şeyi hiçbir zaman dillendirmemesi, bu kelime tekrarlarına kendisinin müdahalesi olmadığını gösterir. tevafuk eden bu kelime dizilimleri, kur’an’ın Allah (c.c.) katından indirildiğinin, Kur’an’ın korunduğunun bir başka delilidir. Aynı zamanda, Kur’an’ın bir benzerinin getirilemeyeceği ayetinin mahiyeti, bu keşiflerle daha da iyi anlaşılmıştır. 


“…Allah (c.c.), onlarda bulunan her şeyi kuşatmış ve her şeyi bir bir saymıştır.” (cin suresi, 28) 


Kur’an’ın hz. peygamber’in arzusuna uymaması 


Hz. peygamber (sav)’in ikaz edildiği, ciddi şekilde uyarıldığı, yanlış içtihatlarının düzeltildiği ayetler de, Kur’an’a hz. peygamberin (asv) müdahelesinin olmadığını delillendirir. (bu konuda örnekler için bkz. tevbe, 43, 84; enfâl,67; isrâ, 74; ahzâb, 2,37; abese, 1-10; yûnus, 94; en'âm, 35,52; tahrim, 1; nisa, 105; münâfıkun, 6. ayrıca bkz. el-matrafi, âyâtu'l tâbi'l-mustafa (sav), kâhire, 1977) 


Malumdur ki, halkın kendisine oy vermesini ve itimat etmesini isteyen bir siyasi, insanlığı gereği hatalı bir davranışta bulunsa ya da hatalı bir söz söylese hatasını kabullenmek istemez. Hatasını tevil ederek, “kastettiğim farklı bir manaydı, siz bunu yanlış anladınız vb.” der veya rakibinin hatalarını göz önüne getirerek kendi hatasını kapatmaya gayret eder. Çünkü, hatanın kabulü ve bu hatanın insanların göz önüne sık sık getirilmesi, insanların kendisine olan itimadının kırılmasına sebep olabilir. Bu sebeple, kendisini bunu yapma mecburiyetinde hisseder. -Haşa- Kur’an vahiy olmasaydı, kendisine itimat edilmeyi bekleyen insanlarda görülen bu özelliğin hz. peygamber’de de (sav) görülmesi gerekirdi. Ancak, Kur’an’da bu durumun tam tersi ayetlere rastlanılmaktadır. Hz. peygamber (sav) Kur’an’ı kendisi yazmış olsaydı, Kur’an’a asla koymayacağı ayetlere abese suresi örnek olarak gösterilebilir. Surenin iniş sebebi şudur: 


  


Bir gün hz. peygamber (sav), kureyş kabilesinin ileri gelenlerinden bazılarına dini telkinlerde bulunuyor, onları islam’a davet ediyordu. Bu toplantı esnasında görme engeli olan (kör, âmâ) ümmü mektum içeri girerek: “ya rasulullah! Allah’ın sana öğrettiklerinden bana da öğret.” diye bağırdı. Hâlbuki, peygamberimiz o esnada velid, umeyye ibn halef gibi sözlerine çok itibar edilen reislerden birini ikna etmeye çalışıyordu. Bu adamlar, kendilerinin yanında fakirlerin bulunup söze karışmalarından hoşlanmazlar, sadece kendilerine ilgi gösterilmesini isterlerdi. Ümmü mektum, tekrar hz. peygamber (sav)’e seslendi ve isteğini tekrar etti. Hz. peygamber (sav), bu önemli durumda ümmü mektum’u küçümsediğinden değil, mekkenin ileri gelenlerini ikna etmeye çalıştığından ve onların dağılmasından endişe ettiğinden, ümmü mektum’la ilgilenmedi ve ümmü mektum’un böyle sözünü kesmesi kendisine rahatsızlık verdi. Bunun üzerine, peygamberimizi (sav) yaptığı davranıştan dolayı tenkit ve ikaz eden abese suresi’nin şu ayetleri indi: (taberi, 30/33-34; ibn-i kesir, 4/470; tirmizî ve ebû ya'la'dan naklen) 


1,2. kendisine o âmâ geldi diye (peygamber) yüzünü ekşitti ve arkasını döndü.

3. (ey muhammed!) ne bilirsin, belki o temizlenecek!

4. yahut öğüt alacak da bu öğüt kendisine fayda verecek.

5. ama buna ihtiyaç hissetmeyene (kabile reisine) gelince;

6. sen, ona yöneliyorsun.

7. onun temizlenmesinden sana ne!

8. ama sana can atarak gelen,

9. Allah’tan korkarak gelmişken.

10. sen onunla ilgilenmiyorsun!

11. hayır, hayır, asla! çünkü bu (kur'an) bir öğüttür.

12. artık dileyen onu düşünsün.



Bu ayetler, toplum kendisine itimat etsin diye bekleyen birisinin Kur’an’a yazacağı ayetler değildir. Haşa kur’an vahiy olmasaydı, bu durum karşısında hz. peygamberin (sav) “geldiğini fark etmedim, o esnada önemli bir toplantı halindeydik bunu yapmaya mecburdum ya da hatalı olan o’dur” gibi savunmalar yapması gerekirdi. Ya da, derdi dünyalık olan biri, karşısında bir kabile reisi varken ve o reisin iknası kabilenin iknası anlamına gelecekken, bir vasfı bulunmayan ve kendisine fayda getirmeyecek kişinin değil, reisin tarafında durur, “reis belki şimdi ya da ilerde bize fayda getirebilir” diye gönlünü hoş tutmaya çalışırdı. Ancak, inen ayet kabile reisini umursamamış, ümmü mektum’a değer vermiş, hz. peygamberi (sav) ikaz etmiştir. Üstelik, bu Kur’an ayeti henüz daha islam yeni yeni yayılırken nüzul olmuştur. Demek ki, Kur’an’a hz. peygamberin (sav) müdahalesi yoktur. Zaten, hz. peygamberin (sav) hem kabile reisini iknaya çalışması hem de onu umursamayan bir ayet yazması bir çelişkidir. Bu ayetin nüzulünden sonra ümmü mektum yanına her gelişinde peygamberimiz (sav); “ey hakkında Rabbimin beni ikaz ettiği zat, merhaba!” buyurur ve cübbesini onun altına yayardı. Bunun yanında, peygamberlerin günahları olmadığı malumdur. Beygamberlerde zuhur eden, “daha üstün olan hali terk etmek” şeklindeki insanlığından kaynaklanan bu gibi hatalara “zelle” denilir. Yaşanan ve ani gelişen bu olay, hz. peygamber (sav)’in o yüce ahlakına hiçbir zeval getirmez. 


Yine, bir gün hz. peygambere (sav), ruh, ashab-ı kehf ve zülkarneyn'den sorulunca hz. peygamber (sav) “yarın gelin, sorularınıza cevap vereyim.” buyurmuş ancak “inşallah” demeyi unutmuştu. Bir kişi, iki sene sonra, yarın, üç saat sonra gibi gelecekte “filan işi yapacağım” dediğinde, Allah izin verirse - inşallah demesi gerekir. ancak, hz. peygamber (sav) bunu söylemeyi unutmuştu. Ertesi gün olunca, hz. peygamber (sav), kendisine sual soranlara cevap vermek için vahyin gelmesini bekledi ancak vahiy beklediği zamanda gelmedi. Üç gün, beş gün derken vahiy bir türlü gelmeyince bu fırsatı kaçırmayan müşrikler “muhammed’in Rabbi, o’nu unuttu!” demeye başlamışlardı. Hz. peygamber (sav) buna çok üzülmüştü. (razi, 21/238) vahiy, haftalar sonra geldi ve sorulan sorulara cevap verilmeden önce hz. peygamber (sav) şöyle uyarıldı: 


"Hiçbir şey hakkında sakın ‘yarın şunu yapacağım’ deme! ancak, ‘Allah dilerse, inşallah yapacağım’ de. Unuttuğun zaman rabbini an ve ‘umarım Rabbim beni, doğruya daha yakın olana eriştirir’ de." (kehf suresi, 23-24) 


İkaz içeren bu ayetler de, toplumun kendisine itimat etmesini bekleyen birisinin kur’an’a ekleyebileceği ifadeler değildir. Ayette yapılan hataya karşı bir ikaz olduğu gibi, aynı zamanda peygambere yapılması emredilen dua da, kişinin acizliğini ortaya koyan bir dua şeklidir. Kur’an haşa uydurulmuş olsa, uyduran kişinin derdi dünya ve toplumun beklentisi olurdu. Ancak, emredilen dua şekli, toplumun beklentisini değil Allah’ın rızasını gözeten bir dua şeklidir. demek ki, Kur’an’a hz. peygamberin (sav) müdahalesi yoktur. 


Yine, Kur’an’ın, hz. peygamber (sav)’in arzusuna uymaması ve beklediği durumlarda vahyin gelmemesi de, kur’an’a hz. peygamber (sav)’in müdahalesinin olmadığını delillendirir. Mesela; münafıklar medine’de peygamberimizin eşi hz. aişe’ye (ra) zina iftirası atmış ve hz. peygamber (sav), hz. aişe (ra) ve hz. aişe’nin babası hz. ebubekir (ra) efendilerimiz çok zor günler geçirmiş, bunun yanında müminler büyük şaşkınlık yaşamıştır. düşünelim ki, bir kişi komşusunun kızı hakkında “bu kız anne babası evden gidince eve yabancı erkekler alıp zina yapıyor” diyerek iftira atsın ve kızın kendisini haklı çıkaracak bir şahidi, delili bulunmasın. Böyle bir durumda iftiraya uğrayan bu kız ne hisseder! anne-babasının ve akrabalarının hali nice olur! hiçbir komşusunun yüzüne bakamaz, mahalleye çıkamaz, okuyorsa okuluna dahi gidemez hale gelir. Bir an önce bu beladan kurtulmayı ailecek dilerler, ellerinde bir delil olsa hemen sunarlar ve sorunu kapatırlar. h

Haşa, Kur’an vahiy olmasa ve hz. peygamber (sav) tarafından kaleme alınsaydı bu ağır psikoloji altında, medine’nin karıştığı böyle sıkıntılı bir sürecin çözüme kavuştuğu ve peygamber ailesinin temize çıktığı ayetin hemen inmesi beklenirdi. Ancak, bu meselenin iç yüzünü ortaya koyan ayet olaydan bir ay sonra nüzul olmuştur. Bir ay boyunca efendimiz (sav) ve ailesi ve müminler bu sıkıntıyla imtihan edilmiştir. İnen ayetlerde ise, hz. aişe (ra) temize çıktığı ve ashab sevindiği gibi, “mümin erkek ve mümin kadınların ‘bu bir iftiradır demesi gerekmez miydi!’”, “bu iftirayı ispat için dört şahit getirmeli değiller miydi!”, “eğer, dünyada ve ahirette Allah’ın lütuf ve rahmeti üzerinize olmasaydı içine daldığınız şey yüzünden size pek büyük bir azap dokunurdu.”, “siz bu iftirayı basit bir iş zannediyordunuz.” (nur suresi, 11-20) gibi ifadelerle müslümanlar uyarılmıştır. Bu uyarılar ve vahyin uzun süre sonra inişi, Kur’an’a hz. peygamberin (sav) müdahalesinin olmadığının önemli bir delilidir. Bu başlık altında daha pek çok delil getirilebilir. 


Kur’an’ın üstün i’cazı 


Kur’an’ın arapçasına has i’cazi delilleri, belâgatı, cezaleti ve benzer mucizeleri başlı başına dev bir eser oluşturur. Hatta bu eserler, yine de Kur’an’ın sonsuz mucizevi yönünü ortaya koymada aciz kalır. Kur’an nazmını insan nazmından ayıran en büyük fark, her kelimenin hatta her harfin tam yerli yerinde olmasıdır. İnsan eliyle hazırlanan her eser, müellif tarafından geri dönüp tekrar okunduğunda “şu kelime yerine bu daha uygun düşerdi, bu cümlede hata oluşmuş” gibi eleştirilere ve düzeltmelere maruz kalır. Ancak, Kur’an ayetleri, üzerinde hiçbir değişiklik yapılmadan nüzul olduğu gibi aynen korunmuştur ve bu haliyle kusurlardan münezzehtir. Her asırda yeni bir mucizesi ortaya çıkmaktadır.

Belagat savaşlarının yapıldığı, şiirin, söz sanatlarının zirvede olduğu devirde, şairleri aciz bırakan ve kendisine teslim eden Kur’an belagatı, asırlardır aynı mükemmelliğini korumakta ve beşer eliyle yazılmış hiçbir kitapta görünmeyen “yenilenme, düzeltme” ihtiyacını barındırmamaktadır. Bir şiir kitabı olmamasına rağmen, sayfalar ve sureler boyunca devam eden ahenk, arap edebiyatında daha önceden benzeri görülmemiş kalıplar, kafiye düzenleri ve tüm söz sanatları içerisinde imandan ibadete, ahiret âleminden dünya âlemine, hukuk kurallarından sosyal ve ahlaki ilkelere, geçmiş haberlerinden gelecekten verdiği haberlere kadar pek çok konuya yer verilmiştir. Bir cümleden, bir kelimeden hatta bir harften dahi pek çok hükümler, manalar çıkarılabilmiştir. Konuların değişiklik ve karmaşıklığına rağmen Kur’an’ın üslubu baştan sona kadar kemal düzeyde kalmıştır. 


Edebiyat tarihine baktığımız zaman, her müellifin kendi yeteneklerine uygun konularda eserler verdiğini görürüz. Hatta, aynı konuyu seçmiş yazarlar arasında dahi konuyu işleyiş tarzında, konuya yaklaşımda bile bariz med ve cezirlere rastlanabilir. Mesela; kimi şairler övmede ileri gidip hicivde geri kalmış, kimisi hicivde devleşip övgüde cüceleşmiş, hatta arap edebiyatında görüldüğü üzere, kimi şairler sadece belli bir hayvanı, manzarayı, mehtabı, harp sahnesini tasvir ile ün kazanmıştır. Diğer taraftan, büyük bir şairin şiirlerini incelediğimizde, değişen durumlara göre onun şiirlerinde farkların ortaya çıktığı dikkatimizi çeker. Bu şairin şiirleri arasında görülen bu farklılaşma, aynı şairin bir şiirinin katları arasında, farklı konulara geçiş yapılırken dahi müşahede edilebilir. Bir de, meseleyi aynı şairin manzum ve mensur eserleri arasında kıyasa kalkışırsak, daha da büyük farkların kendini gösterdiği görülür. 


Ancak, zikredilen bu ve benzeri tüm kriterlerle Allah’ın kitabına baktığımızda, katiyyen böyle bir farklılaşmaya rastlanamaz. Kur’an’ın herhangi bir yerinden okumaya başladığımızda, bir şeyi tasvir eden bir ayeti okurken, onu hemen bir kıssayı anlatan diğer bir ayet, onu hüküm koyan ayetler, onu kâinattaki yaratılış sanatlarını anlatan ayetler vb. takip eder. Fakat, kelâmın katları arasında hiçbir fark ve gedik tespiti mümkün olmamıştır. İşte, Kur’an’ın bu erişilmezliğindeki yüce sır, onun beşer takatının erişmeyeceği ilahi bir kelâm oluşundan kaynaklanmaktadır. (bkz. bâkkılâni, i’cazül kur’an, 54-56; ramazan el-buti, ahsenü’l hadis, 98-100; sonsuz mucize kur’an, prof. dr. ismail karaçam, s. 339-340) 


Kur’an’ın manası, üslubu, cümleleri, kelimeleri ve hatta harfleri dahi üstün belagata sahiptir. Kur’an’ın belagatı, kimseyi taklit etmemiştir. Kur’an’ın gerek kompozisyon, gerek ilim ve fen, gerekse edebi sanatlarda, arapların alışmış oldukları âdetlerin dışında bir telif tarzında nüzul olması, bağlı bulunduğu coğrafyadan, kültürden, edebiyattan etkilenmediğini delillendirir. Arapların kendilerine has, konularını taksim ve tanzimde kullandıkları belirli telif tarzı ve usulleri vardı. Mesela, belirli konulara tahsis edilmiş olan eserler, belirli usûl ve programlar altında, kısım ve konulara ayrılarak kaleme alınırdı. Ancak, Kur’an’a baktığımız zaman, çoğunlukla surelerin bir çok maksat ve mevzuları içine aldığı görülür. Böylece, onu tilavet eden herkes onda kendini saran, hoşuna giden ve dikkatini diri tutan çeşitli yönler bulur. (karaçam, a.g.e, s. 394) 


Kur’an’ın belagatı kimseyi taklit etmediği gibi, kimse tarafından da taklit edilememiştir. Zira, binlerce yıldır dostların Kur’an’dan aldığı şevkle kur’an nazmına benzer yazdığı arapça eserler, düşmanların inatlarının sevkiyle Kur’an’ın benzerini getirme düşüncesi içerisinde yazmaya çalıştığı arapça eserler meydandadır ve hiç birinin kur’an’ın yanına dahi yanaşamadığı açıkça ortadadır. Kur’an belagatı üzerine eserler vermiş abdülhakir-i cürcani, zemahşeri, sekkâni, bediüzzaman said nursi, ramazan el- buti ve binler islam âlimi, bu bahisleri kitaplarında detaylıca açıklamışlardır. Kur’an’ın arapçasına has olan mucizevi i’cazı, pek çok azılı müşriğin ve şairin imana girmesine vesile olmuştur. Hatta, Kur’an’a iman etmeyen müşriklerin inkâr sebebi de, ırkçılık ve kabilecilik olmuştur. Hiç biri, Kur’an’ın belgatıyla mücadele edememiş, hatta hayranlıklarını gizleyememişlerdir. (bkz: rafii, i’cazül Kur’an, 242) bu sebeple, her biri kılıca sarılmaya başlamış ve Kur’an’la mücadelede belagat değil, güç kullanmaktan başka çare bulunamayacağını anlamışlardır. Ciltler dolusu bilgi içeren Kur’an belagatını buraya sığdırmak mümkün değildir. İslam âlimlerinin kitaplarında detaylı izahlar mevcuttur. Bu izahlar incelendiğinde, benzer mükemmellikte bir eserin tarih boyunca kaleme alınmadığı kıyaslama yapılarak ve bundan sonra da alınamayacağı anlaşılabilir. Kur’an’ın benzerini getirme iddiasına girişenler, bu eserleri okumalı, mükemmelliğini anlamalı ve aynı mükemmeliği eserine yansıtmaya çalışmalıdır. Bu, asla başarabilecekleri bir iş değildir, ki başarılmış olsaydı islam’ın davası zaten şimdiye kadar bitmiş olurdu. şunu da unutmamak gerekir ki, Kur’an’ın mükemmeliği, kusursuzluğu, taklit edilemezliği kendi diline hastır, mealine değil. Çünkü, Kur’an meali, meali yazan kişinin kendi söz dizimi ve anladığı anlamı kendi kelime inisiyatifiyle aktarmasıdır. Kur’an’ın kendisi ise, Allah’ın söz dizimidir. Bu yüzden meal, asla Kur’an’ın kendisi değildir. 


Kur’an’a hz. peygamberin (sav) müdahale etmediğinin diğer bir delili de, hz. peygamber’e (sav) vahiy indiği esnada üzerine ağırlık çökmesi, gözünün kırmızı kesilmesi, o esnada hırıltıya benzer seslerin işitilmesi ve çok soğuk günlerde dahi mübarek alınlarından ter akmasıdır. Hatta, bir seferinde deve üstündeyken vahiy geldiğinde, deve vahyin ağırlığından yere çökmüştür. Bu haller, sahabe-i kiram efendilerimiz tarafından aktarılmıştır. (müslim, fedâil, 88) hz. peygamberin (sav) vahiyden önceki ve sonraki hayatında benzer hadiselere rastlanmazdı. Bu haller, ancak vahyin indiği anda zuhur ederdi. ayrıca, bu haller bir hastalığın nöbet halleri de değildi. Çünkü, bu tür nöbet hallerinin oluştuğu hastalıklarda, nöbet halindeki kişi bilincini kaybetmektedir. Ancak, hz. peygamberde (sav) görülen bu haller ortadan kalktığında, eşi benzeri görülmemiş üstün i’cazli ve mucizeli ayetler kendisinden sudur etmiştir. Elbette, Kur’an hz. peygamberin (sav) kelâmı olmuş olsaydı, bu nevi hallerle bu büyük i’cazlı ve mucizeli sureleri yazamazdı. Çünkü, sükûnet, sessizlik ve rahatlık fikrin olgunlaşmasında ve önündeki kelime ve lafızların seçiminde daha faydalı bir ortamdır. Hâlbuki, ayetlerden pek çoğu ani gelişen olaylarda - hatta savaş esnasında dahi- nüzul olmuştur. şu halde, vahyin gelişi esnasında hz. peygamber’de (sav) görülen bu fevkalade hâl ve bunun neticesinde ortaya çıkan ilahi metin, o’nun iradesi dışında oluşan vahyin göstergesidir. (bkz. zerkâni, menâhilü’l irfan, 2, 295-296; bkz. karaçam, a.g.e., s. 407) 


Kur’an’ın insanlığın varoluş sorunlarına ikna edici cevaplar vermesi, tüm insanlığı kapsayan evrensel din esaslarına sahip olması, aklın idrakte aciz kaldığı bu kâinatın yaratıcısının isim ve sıfatlarının akla, mantığa en uygun bir biçimde kur’an’da ifade edilmesi, diğer semavi dinlerin tahrif edilmiş hallerinden, birden fazla ve birbiriyle çelişkili kutsal kitap inanışlarından, peygamberlerin şanına yakışmayan iftiralardan, oğul edinmiş, şekilden şekile girmiş ilah anlayışıdan, diğer din ve inanışlarda var olan bulutların üstündeki tanrı, 33 adet tanrı, tapılan hayvanlar, tapılan doğa gibi inançlardan münezzeh olması, yine kusurlardan münezzeh din ve iman esasları sunması, Kur’an’ın bozulmadan, değişmeden günümüze kadar ulaşması ve bu ilk nüshaların hala daha mevcut olup günümüz nüshalarıyla bire bir aynı olması, ortaya koyduğu hukuk ve ahlak ilkelerinin insan fıtratına uygunluğu ve bu hükümlerle adaleti, nizamı, huzuru temin etmesi, her hak sahibine hakkını vermesi, hastasından yaşlısına toplumun hiçbir ferdinin bu hükümlerle mağdur kalmaması ve sayamadığımız nice delil, Kur’an’ın Allah katından indirilmiş bir kutsal kitap olduğunu delillendirmektedir. 


Sonuç: 


Şüphesiz Kur’an’ın delilleri bu saydıklarımızla sınırlı değildir. Son derece özet geçmemize rağmen bu delillerle yetiniyoruz. Evet, düşünen ve aklını insaf ile kullanabilen için cevap ve mana açıktır. Hiçbir dinin islam kadar delili yoktur. Bu husus, hakkaniyetle düşünüldüğünde açıkça görülmektedir. 


Selâmetle ve hidayetle...


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar