HER ŞEYİ ALLAH YARATTIYSA...

ALLAH'I KİM YARATTI ? - 1 


KÂİNATIN İSTEDİĞİ O YARATICI ALLAH'TIR! 


“Allah'ı kim yarattı?”

Bu soruyu soran; şayet Allah'a inanıyorsa, O'nun özelliklerini niçin merak etmiyor? yok eğer Allah'a inanmıyorsa, O'nun nasıl var olduğunu niçin merak ediyor? eğer merakını değil reddiyesini dile getiriyorsa, Allah'ın yerine neyi koyuyor?

ve bu soruyu soran, acaba gerçekten, kâinatın nasıl var olduğunu merak ediyor mu?


Aslında bu sorudan önce,

Şu sorulara cevap bulmamız gerekiyor:

Kâinat nasıl var oldu?

Varlığın ve hayatın kaynağı ne?

Bir Yaratıcı mı yarattı?

Yaratıcı değilse ne?

Hem yaratıcılık, hem de yaratılmışlık, bu iki vasıf bir varlıkta ve bir arada olabilir mi?

Bir Yaratıcı'dan söz ediyorsak, O'nun aynı zamanda “yaratılmış” olması mümkün mü? 


Şimdi adım adım, ilerleyelim.

“Şayet bir Yaratıcı varsa, o halde O nasıl var oldu?” diye merak etmeden önce, kâinatın nasıl var olduğunu merak etmemiz, evvelâ o noktaya odaklanmamız ve cümledeki “varsa” kelimesinin ifade ettiği o belirsizliği ve şüpheyi gidermemiz icab eder. Çünkü eğer niyetimiz, gerçekten kendi varlığımızın anlamını bulmaksa, evvelâ, kendimiz de içinde bulunduğumuz bu kâinatın sebebini sorgularız. Bu âlem, bu düzen, bu kanunlar neden var oldu?

Bir Yaratıcı var mı yok mu?

Şayet bir Yatarıcı'nın varlığından emin olursak, ondan sonra O'nun özelliklerini ve O'nun nasıl var olduğunu gündeme alırız. 


Bu sistemin içindeki sebeplilik kanunu, bize bir mantık yürütme alışkanlığı ve yöntemi verir.

Madem ki bu âlemde hiç bir şey sebepsiz olmamaktadır, o halde biz de karşımıza çıkan her şey için; "neden?" sorusunu sorarız.

Ve en nihayet soracağımız soru da; "bu kâinatın ilk sebebi nedir?" sorusudur. 


Önce bu noktaya odaklanmamız ve doğru cevabı bulmamız gerekir. Çünkü bulacağımız cevap her ne olursa olsun, o da başka bir açıklamaya ihtiyaç duysa da duymasa da, bizim öncelikle o cevaba ihtiyacımız var. Ve şayet bulacağımız cevap yeterince güçlü ve kendi içinde tutarlıysa, biz o cevabın ötesinde, ayrıca başka bir açıklamaya zaten ihtiyaç duymayız.

Peki...

Acaba bu kâinat nasıl var olmuş olabilir?

Bir Yüce Yaratıcı tarafından yaratılarak mı?

Yoksa kendi kendine ve tesadüfen mi?

tesadüfün imkânsızlığını matematikten zaten biliyoruz. Bir şeyin “kendi kendine” olması ise, sonsuz bir sebepler silsilesini akla getirir. Oysa sebepler silsilesinin sonsuzluğu da imkânsızdır.

Bu noktayı da 2. Bölümde genişlettik. 


Tesadüfün ve sonsuz silsilenin imkânsızlığı anlaşılırsa, Yaratıcı'nın bu kâinat için zorunluluğu da anlaşılır. O halde kâinat; muhakkak surette, bir Yüce Yaratıcı'nın eseri olmalıdır. Zîrâ O'nun yerine konulabilecek, O'nun kendisinden başka hiçbir şey yoktur.

Ancak bu noktada, O Yaratıcı'nın özelliklerini tesbit etmeliyiz. Bunu yapmadan, "peki O'nu kim yarattı?" diye sorarsak, verilecek her cevap yeni bir soruya kapı açacak ve onu kim yarattı...  onu kim yarattı...

Diye sonsuza doğru gidecektir. Dolayısıyla yine “sonsuz silsile” açmazına düşeriz.

Bu da meseleyi en başa geri döndürür ve çözümsüzlüğe mahkûm eder. 


Yaratıcı'nın varlığından kesin emin olduktan sonra,“peki bu Yaratıcı'nın özellikleri ve vasıfları nelerdir?” sorusuna geçebiliriz.

Ancak dikkat!

Henüz Kur'an'daki “Allah”a geçmiyoruz. 


Kâinat, bir Yaratıcı'ya muhtaçtır. Ancak O Yaratıcı, başkasına muhtaç olmayan bir varlık olmak zorundadır. Bizim gibi muhtaciyetle sınırlı bir varlık, bizim Rabbimiz olamaz.

O muhtaç olsaydı zaten bizlerden farkı kalmazdı.

O farklı olmalıdır.

Madem kâinattaki her şey bir başka şeye muhtaç, yani kâinatdaki hiçbir şey muhtaciyetden ayrılamıyor, o halde O Yaratıcı, 

kâinatı aşkın bir varlık olmalıdır.

Yani O, tüm kâinatın kategorisinin dışında bir varlık olmalıdır. 


O, bizim gibi benzeri ve ortağı olan bir varlık da olamaz.

O eşsiz olmalıdır.

İki Yaratıcı olsaydı, kâinatta da ikilik olurdu. Madem kâinatta “birlik” var, o halde O da “bir” olmak zorundadır.

Yaratıcı'nın ortağı olsaydı, kâinatta düzen bozulurdu. Madem kâinatta “düzen” var, o halde O da “ortaksız” olmak zorundadır. 


Sonradan var olmuş bir varlık da, bizim İlah'ımız olamaz.

Öylesi ancak bizim gibi bir “mahlûk” olur ki, bu sefer de onu yaratan kimse, O İlah olur. Aynı Yaratıcı özelliklerini, bu sefer de O'nda aramamız gerekir. Aksi halde yine “sonsuz silsile” açmazına düşeriz. Üstelik sonradan var olmuş bir varlık, bir ömürle kısıtlı, yani ölümlü olacaktır. Ölümlü bir varlık bizim İlah'ımız olamaz. 


Biz aciziz, o halde O "aciz olmayan" olmalıdır.

Biz fânîyiz, o halde O "fânî olmayan" olmalıdır.

Biz sınırlıyız, o halde O "sınırsız" olmalıdır.

Biz muhtacız, o halde O "muhtaç olmayan" olmalıdır.

Biz eksikliyiz, o halde O “eksiksiz” olmalıdır.

Biz düzenliyiz, o halde O “ortaksız” olmalıdır.

Biz benzerliyiz, o halde O “bir” olmalıdır.

Biz bilmeyeniz, o halde O "bilen" olmalıdır.

Biz yaratılmışız, o halde O "yaratılmamış" olmalıdır. 


Bu vasıfların hepsini bir arada taşımayan bir varlık, kâinat sınıfının dışında bile olsa, yine mükemmel kâinatı yaratmış olamaz. Bu vasıfların biri bile O'nda eksik olsa, bizim aradığımız cevap o olamaz. O tapılmaya değer bir İlah olamaz. 


Şimdi gelelim kur'an'daki Allah'a.

Kur'an'a göre Allah, "Samed"dir. Yani her şeyin O'na muhtaç olduğu, O ise hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, yegâne mutlak varlıktır.

O doğmamış ve doğurmamışdır, varlığı "Bâkî"dir.

O'nun dengi, eşi veya benzeri yoktur.

O'nun hiçbir ortağı yoktur.

O, mutlak güç, iktidar ve hikmet sahibidir, "Alîm" dir.

O, herşeye gücü yeten ve her şeye "Kâdir" olandır. 


Demek ki kur'an'a göre;

Yaratıcı olan Allah, yaratılmamış bir varlıktır. Diğer özellikleriyle de bir arada düşünüldüğünde, bu Yaratıcı tanımı, kendi içinde son derece tutarlı ve mantıklı bir tanımdır.

Bizim Yaratıcı'dan beklentilerimizi, tam ve eksiksiz olarak karşılamaktadır. Kâinatın tüm ihtiyaçlarına ve sorularına cevap verebilmektedir. Demek ki, islâm'ın Allah'ı çok açık, çok net ve çok güçlü bir cevaptır.

O halde varlığına mecbur olduğumuz Yaratıcı ile, Kur'an'ın bahsettiği Allah aynı varlıktır. Ve O Allah, "onu kim yarattı?" sorusuna kapı açmayan, öyle bir soruya asla meşruiyet zemini vermeyen, başka bir açıklamaya ihtiyaç bırakmayan bir varlıktır. Dolayısıyla Allah kavramı, öyle bir sorgulamaya tabi tutulamaz. 


Demek ki, Allah'ı İlah yapan, O'nun bu sıfatlarıdır.

Bu sıfatlar olmaksızın, bir varlığın İlahlığından söz edilemez. Ve Allah'ın bu vasıfları, Kur'an öyle söylüyor diye veya biz öyle kabul ediyoruz diye öyle değil. Bunun böyle olması gerektiğini, bize kâinatın kendisi söylüyor. Biz kâinatın bir parçası olduğumuz için, bizim de içimizden bu geliyor. Biz kendi fikirlerimizi; içinde bulunduğumuz, bu mevcut altyapıya göre bina etmeğe mahkûmuz.

Çünkü referansımız ve temelimiz, bildiğimiz yegâne âlem olan bu âlemdir. Ve bu âlemde câri olan mantık, bizi bunun böyle olması gerekdiğine getiriyor.

Allah da bize kendisini aynen böyle tanıtıyor zaten. Yani islâm'ın Allah inancı, bizim mantığımızla birebir örtüşüyor. 


Bu ilerleyişin sonunda, yazının başındaki sorular da cevabını bulmuş oldu. Muhakkak ki bir Yaratıcı vardır. Ve O'nun yerine konulası hiçbir şey yoktur. Ve bu Yaratıcı, aynı zamanda “yaratılmış” bir varlık olamaz. Dolayısıyla "Allah'ı kim yarattı?" sorusu da, meşruiyeti olmayan abes bir sorudur. Ve aslında bu sorunun meşruiyetinin olmadığı, herkesçe ve soranlarca da bilinmektedir. Buna rağmen gündemde tutulması ise, herhalde niyetlerin, “gerçeği ortaya çıkarmak” olmadığı ile açıklanabilir. 


vesselâm. 


ALLAH'I KİM YARATTI ? - 2 


BİR SİLSİLE, İLÂNİHAYE DEVAM EDEBİLİR Mİ ? 


Allah'ı kim yarattı sorusunu doğru kabul etmek... bizi sonu gelmeyecek bir sorular silsilesinin içine hapseder. Artık her verilen cevap, yeni bir soruyu meşru kılacaktır. Hâlbuki sonsuz bir sebepler silsilesi hem imkânsızdır, olamaz... hem de her şeyi yaratık sınıfına sokup... ortada bir Yaratıcı bırakmadığı için, bir çözüm olmayıp bilakis kendisi çözümsüz bir mesele teşkil eder. 


Bu konuda klâsik örnekler vardır: bir katarın çeken ve kendisi çekilmeyen bir lokomotife ihtiyacı vardır. Vagonlar yürüyorsa, biz göremesek bile bir lokomotif var demektir. Çünkü silsile ne kadar uzarsa uzasın... vagonların lokomotife olan ihtiyacı devam eder. O ihtiyacı görmezden gelip... peki o lokomotifi kim çekiyor? diye bir soru sorulması mantıksızdır. 


Veya her şeyi güneş aydınlatıyorsa; güneşi kim aydınlatıyor? Güneş zaten ışığın kaynağıdır öyle değil mi? 


Veya her şeyi su ıslatıyorsa; suyu kim ıslatıyor? Su zaten ıslaklığın kaynağı değil midir? 


Veya iki ayaklı sandalyelerden birine oturabilmek için... onu başka bir iki ayaklı sandalyeye dayamak işe yaramaz. Dayadığınız sandalyelerin sayısını arttırmak meseleyi çözmez. Eninde sonunda bir duvara dayamaya mecbursun. Ve o duvar müstakilen ayakta durabiliyor olmak zorunda. Peki o duvar nereye dayanıyor? cevap: yere. Peki o yer nereye dayanıyor?... görüldüğü gibi sorular devam ettikçe rasyonaliteden uzaklaşılıyor. Yani silsilenin bir sonu olmazsa olmaz. Ve o son da, silsilenin diğer halkalarından farklı bir sınıfda olmak zorunda. Yoksa o son, "son" olmaz, yeni bir "başlangıç" olur; "çözüm" olmaz, yeni bir "mesele" olur. 


O lokomotifi kim üretti veya o duvarı kim ördü diye sorulabilir. Çünkü lokomotif de, duvar da hâlâ sistemin içindedirler. Ve bu sistemin içinde her sonucun bir sebebi vardır. Dolayısıyla duvarı da bir ören vardır ve lokomotifi de bir üreten vardır. Dahası da vardır çünkü hepsi hâlen sistemin içindedirler. Bu soru ve cevapları böyle uzatabiliyoruz... çünkü biz de aynı sistemin içindeyiz... ve kullandığımız mantık da aynı sistemin bir parçası.

Bu sistemin mahkûmu olmayan, sistem üstü bir güce gelip dayanana kadar... aynı yönde sorulacak her soru meşrudur. Ve tüm sorular silsileleri, nihai soru olan... "bu kâinatı kim var etti?" sorusuna varır. 


Fakat lokomotif veya sandalye örneğini vermekten maksat... işi bu noktaya getirmek değildi ki. Biz o duvarı kim ördü sorusunu sorduğumuz anda amacımızdan sapmış olduk.

Hâlbuki bu örnekleri gerçek birer vagon veya sandalye olarak değil, temsilî olarak düşünmek durumundayız. Sandalyeleri, duvardan ayrı bir varlık kategorisi... vagonları da, lokomotiften ayrı bir varlık kategorisi olarak kabul etmeliyiz. O zaman bu örnekler bizi hakikate yaklaştırmakta işe yararlar. 


Peki o hakikat nedir? 


Katarın lokomotife olan ihtiyacını bir kenara bırakıp, peki lokomotifi kim çekiyor? diye sormak hiç bir şeyi çözmez. Veya iki ayaklı sandalyelerin duvara olan ihtiyacını ihmâl edip, peki o duvarı kim örmüş? diye sormak da yine hiç bir şeyi çözmez. 


Asıl çözmemiz gereken mesele: o vagonları kimin çektiği veya... o sandalyelerin nereye dayandığı meselesidir. Lokomotifi olmayan sonsuz bir katarın, kendi kendine hareket ettiğini kabul etmek... işte şunun gibi bâtıldır diye daha basit bir örnek veremiyoruz. Çünkü zaten en basit misâl bu! Daha ne kadar basit anlatılması gerekiyor bunun? belki tam ters ve acayip bir örnek verirsek anlaşılır: sonsuz silsilenin mümkün olduğunu kabul etmek... kendi kuyruğunu yemeye başlayan bir yılanın,

sonunda yok olacağını kabul etmek kadar bâtıldır. 


Lokomotifin vagonlardan ayrı bir kategoride olması gerektiği gibi, Yaratıcı da, yaratılanlar kümesinden ayrı bir varlıktır. Her şeyin bir sebebi varsa Allah'ın da bir sebebi olmalıdır diyemeyiz.

Çünkü Allah bir "şey" değildir ki O'nun da yaratıcısı olsun. Yani Allah'ı o "şey"lerden ayrı tutmak zorundayız. Hâlbuki, Allah'ı kim yarattı dediğimiz anda... Allah da sanki yaratılanlar kümesindeymiş gibi konuşmuş oluyoruz. 


Yaratıcı dediğimiz varlığı... eğer yaratılanlar kategorisine sokmaktan bahsediyorsak, biz kendi kafamızda uydurduğumuz bir şeye tanrı adını takmışız... şimdi de bilmeden o sahte tanrıyı öldürüyoruz demektir.

Veya bilinçaltımızda var olduğunu bildiğimiz Allah'ı, hayalî bir kuklasını yakarak yok etmeye çalışıyoruz demektir. 


Allah, birbirini devirerek harekete geçiren bir...

domino taşı dizisinin ilk taşı gibi düşünülemez. Nasıl ki, öyle bir dizi hareketinin failini, o dizinin içindeki taşlarda bulamıyorsak, Allah'ı da kâinatın içinde bulamayız. Yaratıcı'yı, yaratılanlardan ayırmadıkça bu meseleyi çözemeyiz. Tüm yaratılanları bir tarafa, Yaratıcı'yı ise diğer tarafa ayırmak zorundayız. Bu meselenin hâlli ancak ve ancak böyle olabilir.

Yaratıcı ve yaratılan kavramları arasında bir denklem vardır. O denklemi bozduğunuz anda, her ikisi de anlamsızlaşır ve her şey bir boşluğa düşer. 


vesselâm. 


ALLAH'I KİM YARATTI ? - 3 


NİÇİN SORGULAMAYI BİR YERDE DURDURMAK ZORUNDAYIZ ? 


Komşu komşu huuu..

oğlun geldi mi?    geldi.

ne getirdi?           inci boncuk.

kime kime?          sana bana.

başka kime?        karakediye.

karakedi nerde?  ağaca çıktı.

ağaç nerde?        balta kesti.

balta nerde?        suya düştü.

su nerde?            inek içti.

inek nerde?         dağa kaçtı.

dağ nerde?          yandı bitti kül oldu! 


Çocuklara sebep sonuç ilişkisini öğreten bu tekerleme, aslında büyüklere de önemli bir felsefî hakikati anlatıyor. Her sonucun bir sebebi vardır. Her şeyi bu yönde sorgulayabiliriz. Ve bu sorgulamayı müteselsilen sürdürebiliriz. Ve sorguladıkça yeni şeyler öğreniriz. Fakat bu bir yerden sonra, bize rasyonel bir fayda sağlamaz. Rasyonel davranış, sorgulamayı makul bir noktada bitirmektir. Zaten silsileyi sonsuza kadar sürdürmenin imkânsız olduğunu bir önceki yazımızda (Allah'ı kim yarattı -2) açıklamıştık. 


Bilim sorgulamalarla ilerler.

Getirilen her açıklama yeni bir soruyu gerektirir.

Çünkü biz her zaman bir şeyi başka bir şeyle açıklarız. Ve her yeni şeyi de merak eder ve sorgularız. Çünkü kâinattaki sebeplilik ilkesi her şeyi kuşatır... ve buradan beslenen mantığımız da... her şeye o muameleyi yaparak o meşhur soruyu tekrarlar: neden? böylece yeni açıklamalar ve yeni sorular sürer gider.

Fakat sorgulama makul bir noktada durdurulmak zorundadır. Çünkü aslına bakılırsa, her şeyin bir açıklaması yoktur. Bazı şeyler için belki daha sonra bir açıklama getirilebilir... ama bazıları için öyle değildir. 


Bilginin kaynağına inmek için bir sorgulama başlatınca... bunun ilânihaye sürdürülemeyeceği gerçeğiyle eninde sonunda karşılaşırız.

Herkesin ikna olacağı güçlü bir temel sebep karşımıza çıktığında... soru-cevap silsilesi orada tıkanmış bile olsa o cevabı doğru kabul ederiz. Ve sorgulamayı bu güçlü sebepte nihayetlendiririz. Bu durum kimseyi rahatsız etmez. Zaten her şeyin müteselsilen bir açıklaması olması gerekseydi, yani bilimde her bir verinin doğru kabul edilebilmesi için, zincirleme bir şekilde sonuna kadar açıklanmış olması şartı aransaydı, bizim hiç bir bilgiye itibar etmememiz gerekirdi. Bu da, tüm bilimsel mirasın altını boşaltırdı. Ve tüm bilimsel araştırmaları beyhude bir uğraşıya dönüştürürdü. Tıpkı bir jenga kulesinin en altındaki parçaları çekince tamamının yıkılması gibi. 


Buna şöyle bir örnek verebiliriz: Isaac Newton'un bulduğu kütle çekimi kanununun kabul edilmesinden bu yana yaklaşık 300 yıl geçmiştir.

Einstein'ın izafiyet kuramı... bu çekim kanununu biraz esnetmiş olsa da, hâlâ önemli ölçüde geçerliliğini korumaktadır. Fakat fizik kuramcıları henüz bu çekim kuvveti ile diğer temel kuvvetler arasındaki ilişkiyi tanımlayamamışlardır. Yani bu kanunun ifade ettiği “uzaktan etkileşim” hâlâ açıklanamamıştır. Arabulucusu veya sebebi bilinmeyen bir durumdur. Newton, tüm diğer durumlarda, kütleleri etkileyen çeşitli kuvvetlerin sebebini açıklamak için... hareket olgusunu kullanmıştır. Fakat çekime sıra gelince... hiç bir hareketi deneysel olarak tanımlayamamıştır.

Dahası, bu kuvvetin sebebine yönelik bir hipotez ortaya koymayı da reddetmiştir. Her ne kadar daha sonra başkalarınca hipotezler ileri sürülmüşse de... bugüne kadar tanımlayıcı ve ikna edici bir cevap getirilememiştir.

Newton bu konuda şöyle söylemiştir:

“Çekimin sebeplerini olgular üzerinden keşfedebilmiş değilim. Ama çekimin varlığını ve açıkladığım gibi işlediğini kabul etmek için gezegen ve yıldızların kütle hesaplamalarına yaptığı hizmetler yeterlidir.”

(The Construction of Modern Science: Mechanisms and Mechanics, by Richard S. Westfall. Cambridge University Press 1978) 


Yani başka bir şeye dayandıramamış olsak da,

doğru kabul etdiğimiz bilimsel dayanak noktaları vardır. Tam anlamıyla sorgulayamadığımız ve doğruluğundan %100 emin olamadığımız bir çok bilgiyi yine de doğru ve temel kabul ederiz ve onların üzerine yeni bilgiler inşa ederiz. Bilim için vazgeçilmez bir araç olan sorgulayıcılık, bu yüzden makul bir noktada sonlandırılmak zorundadır. Bu son derece rasyonel bir tavırdır. Çünkü başka türlü bilimden rasyonel bir şekilde faydalanmak mümkün değildir. 


Bu şuna benzer:

Bir bina inşa etmek için önce sağlam bir temel atmamız gerekir. Sağlam bir temel atmak için ise sağlam bir zemin ararız. Çünkü zemin yeterince sağlam değilse, binanın ağırlığıyla ezilir ve çöker.

Bu yüzden, akıllı ve sorgulayıcı bir insan, çürük bir zemine bina yapmaz. Zeminden derinlemesine örnekler alır, test eder. Fakat sorgulamayı gereğinden fazla derinleştirirseniz... derine ine ine en sonunda yer kabuğunu bitirirsiniz.

O zaman görürsünüz ki en sağlam görünen zeminin bile aslında altı çürüktür.

Fakat, madem mutlak sağlam zemin diye bir şey yok, o halde boşuna bina yapmayalım diyemeyiz.

Ya da sonsuza kadar sağlam kalamadıkdan sonra... evler yapmanın ne anlamı var? diyemeyiz.

Barınma bizim için en temel ihtiyaçlardan biridir. Ve insan ömrüne göre makul bir dayanıklılık bizim için yeterlidir. Her ne kadar en altı çürük de olsa, makul bir sağlamlık ölçüsüne göre yer kabuğunu "sağlam" kabul ederiz. Ve ona güvenip inşaatlar yapmaya devam ederiz. Bugün hepimiz biliyoruz ki... aslında korkunç sıcaklıkta ve sıvı bir mağma tabakasının üzerinde oturuyoruz. Ama bu kimseyi rahatsız etmiyor. Çünkü bu yapabileceğimizin en iyisi ve başka bir seçeneğimiz yok. 


Sorgulayıcılıkta varacağımız son nokta... bu kâinatın sebebi nedir? sorusudur. Bu sorunun bir tek cevabı vardır...

O da bir Yüce Yaratıcı'nın yaratmış olduğudur.

Ve sorgulama orada durdurulmak zorundadır.

Çünkü durdurmazsanız, yani Allah'ın varlığını kabul etmezseniz, sürdüreceğiniz sorgulamanın size hiç bir rasyonel faydası olmayacağı gibi, bütün her şeyin altını boşaltmış ve anlamsızlaştırmış olursunuz. 

J

Hidayetle ve selâmetle...


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar